Tüm Zamanların Mimari Tasarım Temalı En İyi 10 Filmi
1. Metropolis (1927)
Filmde insanlık: Yeraltında makinelerle birlikte yaşayan sınıf ve yukarıda daha konforlu bir yaşam süren yönetici sınıfı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Lang, bölünmüş toplumsal yapıyı, insanı bir aşktan yola çıkarak, uzlaştırmaya çalışır.Dönemine göre farklı ve futuristik bir şehir tasarımına sahip olan şehir aynı zamanda kendisinden sonra gelen bütün bilim kurgu filmlerini de etkilemiştir. Bilim kurgu sinemasının, bilimsel yönünün en büyük keşiflerinden biri olan ve tüm zamanların en başarılı bilim kurgu filmlerinden biri olarak kabul edilen 1927 yapımı Metropolis, endüstri çağının etkisini iyiden iyiye gösterdiği ve silahlanmanın hız kazandığı bir dönemde ünlü alman sinemacı Fritz Lang tarafından çekilmiş bir filmdir.
2. Mimarın Göbeği – The Belly of an Architect (1987)
En iyi mimari tasarım filmleri arasında gösterilen; The Belly of an Architect (Mimarın Göbeği) isimli 1987 yapımı film Amerikalı bir mimarın İtalya’ya gelişiyle başlayan olayları konu alır. Filmde İtalya’ya, Bolluee isimli bir, oval tasarıyla ünlü Fransız bir mimar için sergi denetlemeye giden baş karakter burada geçirdiği 9 ay boyunca göbeğine takıntılı hale gelir. Bu takıntısı gün geçtikçe büyür ve baş karakter filmin sonunda ; sergisini, eşini, doğmamış çocuğunu en son da kendisini kaybeder.
3. Amcam – Mon Oncle (1957)
Mon Oncle, Jacques Tati’nin yönettiği Fransa-İtalya ortak yapımı komedi filmidir. Tati’nin hemen hemen tüm filmlerinde yaptığı gibi, hem yönettiği, hem baş rolünü oynadığı, senaryosunu yazıp yapımcılığını da üstlendiği bu film Fransız sinemacının ilk renkli filmidir (bundan sonra renk ve ışığı da bir anlatım biçimi olarak kullanacaktır). “Amcam” ayrıca, çok az sayıda film yaptığı halde tüm zamanların en iyi 50 yönetmeni arasında sayılan Tati’nin üçüncü uzun metrajlı filmidir.
Tati, bu satirik komedide kendisiyle özdeşleşmiş olan Sarlovari ayrıksı karakter “Mösyö Hulot”yu ikinci kez canlandırıyordu. Diğer filmlerinde olduğu gibi diyaloglara çok az yer veren, ama abartılı ses efektlerini de yine bolca kullandığı, kökenini pandomimden (dolayısı ile sessiz sinema döneminin filmlerinden) alan yaratıcı “gag” (gülüt)’lerle kaba komedi yeni bir yorum getiren “Amcam” filminde Tati, geleneksel ahlâk değerlerinin oluşturduğu yaşam tarzı ile tüketim toplumunun ortaya çıkardığı kargaşa ve koşuşturma arasındaki çelişkiyi vurgular, modernleşmenin getirdiği yabancılaşmaya dikkat çeker. Tati’nin romantik alter egosu “Bay Hulot” bu filmde de 2.Dünya Savaşı sonrasında Fransa’da başlayan Amerikan tarzı tüketim sevdasını, geleneksel mimarinin yok edilip yerini soğuk modern yapıların almasını, otomobil çılgınlığını vb. eleştirir, bu değişime Don Küşotvari bir biçimde direnir.
4. Yolcu – Professione: Reporter (1975)
Hayatının anlamsızlığından sıkılan gazeteci David Locke, bir Kuzey Afrika ülkesine gerillalarla röportaj yapmak üzere gider. Burada hayatının en ilginç olaylarının içine girecek ve hayatının akışını sonsuza dek değişecektir. Otelde tanıştığı bir arkadaşının ölmesi üzerine David’in aklına çılgınca bir fikir gelir: onun yerine geçecektir. Robertson isimli bu adamın bütün kimlik bilgilerini ve randevu defterini de yanına alarak yeni kimliği ile yeni bir hayata başlamaya karar verir. Başka bir insanın yerine geçmenin sanıldığı kadar kolay olmadığını, Robertson’un hayatı ile ilgili sırları keşfettikçe daha iyi anlayacaktır. Bu arada Barcelona’da tanıştığı mimarlık öğrencisi genç bir kızın hayatına girmesi de, yaşamında farklı bir pencere açacaktır.
5. Hayatın Kaynağı – The Fountainhead (1949)
The Fountainhead, Ayn Rand’in aynı adlı romanından uyarlanmış 1949 yapımı bir ABD filmidir. King Vidor tarafından yönetilen filmin senaryosu yine Ayn Rand tarafından yazılmıştır.Filmdeki ilgi çeken noktalardan biri Howard Roark’un duruşma konuşmasıdır. Ayn Rand tüm konuşmayı kitaptaki gibi yazmıştır ve filmde de bu konuşmanın ayı uzunlukta kalmasını istemiştir. Başlangıçta yönetmen King Vidor bu isteği kabul etmiş; ancak çekim esnasında konuyu biraz daha etkileyici hale getirmeye çalışmıştır. Bunu duyan Ayn Rand baş stüdyoya ulaşarak tüm konuşmanın olduğu gibi filme aktarılması isteğini yenilemiştir. Sonunda Rand kazanmış ve Vidor bütün konuşmayı çekmiştir. Bu sahne yaklaşık 6 dakika sürer. Bu, film tarihindeki en uzun konuşmalardan birisidir.
6. Benim Mimarım: Bir Oğlun Yolculuğu – My Architect (2003)
12 yaşında bir erkek çocuğu, babasının ölüm haberini gazeteden öğrenir. Babası 20.yy’ın en önemli mimarlarından Louis Kahn, New York metro istasyonunun tuvaletinde yoksulluk içinde ölü bulunmuştur.Aynı gazete haberinde Kahn’ın geride bıraktığı karısından ve kız çocuğundan bahsedilmektedir. Haberi okuyan Nathaniel Kahn, adı geçen kadının annesi olmadığını farkeder ve ayrıca o ana kadar bir kızkardeşi olduğunu ise bilmemektedir. Louis Kahn’ın aynı şehirde 100 Km. içerisinde birbirinden habersiz üç ailesi olduğu anlaşılır ve birbirlerinin varlıklarından ancak mimarın cenaze töreninde haberdar olurlar.Bu film, belki iyi bir baba ve koca olamamış dünyaca ünlü mimarın, oğlunun gözünden çekilmiş hikayesidir. Oğul Kahn, dünyanın değişik coğrafyalarından babasının para almadan yaptığı ve günümüzde hala mimarlık otoritelerince “şaheser” olarak kabul edilen yapıtlarının izini sürerek onu keşfetme çabasındadır.
7. Play Time (1967)
Jacques Tati’nin yönetmenliğini yaptığı “Oyun Vakti”nde romantik alter egosu “Bay Hulot” karakteri ile, tıpkı bir önceki filmlerinde olduğu gibi geleneksel mimarinin yok edilip yerini çelik ve camdan yapılmış soğuk, ultra-modern yapıların almasını, insanın doğasına aykırı bulduğu yapay şehirleşmeyi ve mekanik bir düzene girmiş olan iş dünyasını eleştirir. “Bay Hulot” bu kaotik kentsel değişime sert bir biçimde direnir. Tepkisini her zaman olduğu gibi sakarlığının yarattığı anarşi ile ortaya koyar.
8. Bıçak Sırtı – Blade Runner (1982)
Blade Runner, çekildiği yıldan çok uzak bir dönemde, 2019 yılında, dünyanın artık distopik bir yaşam alanı haline geldiği bir dönemde geçer. Tyrell gibi devasa üretici firmalar Replikant isimli, dış görünüm olarak insan türünden ayırt edilemeyen robotlar üretmektedirler. Dünya dışı kolonilerin tehlikeli ve illegal işlerinin halledilmesi için kullanılan bu robotlar, Blade Runners isimli özel polisler tarafından yakalanmaktadır. Uzman bir Blade Runner olan Rick Deckard, görevini bıraktığı bir esnada, Los Angeles’a gelen bir grup replikantı yakalamak için verilen son bir görevi kabul eder. Ancak iki milyon insanın yaşadığı bu şehirde görünüm olarak insandan hiçbir farkı bulunmayan bu robotları teşhis etmek hiç kolay olmayacaktır. Bilimkurgu türünün üstadı Ridley Scott’ın başyapıtlarından biri olan film, distopik film türünün öncüllerinden biri olmasının yanı sıra bilim kurgu türünün de en önemli örneklerinden biri olarak kabul görür.
9. Brazil (1985)
Günümüzden çok uzak bir gelecekte geçen film insanoğlunun distopik sonlarından birini ele alıyor. Son derece fütüristik ve karanlık bir atmosfere evrilen bu dünyada yaşayan insanlardan biri olan Sam Lowrey, sıradan bir devlet memuru. Fazlasıyla bunaldığı işinden ve teknolojinin kendisinden kaçmasının tek yolu ise hayal ve rüyalarına sığınmak olarak görür. Sam rüyalarında her daim kendisini bekleyen figürü tanımasa da, rüyalarında sürekli hayatını kurtardığı gizemli bir kadınla karşılaşır. Sam’i rüyalarındaki kadına yaklaştıran figür ise gerçek hayatta terörist olmakla suçlanan Jill Layton isimli kadın olur. 1985 yılı için döneminin bir hayli ötesinde çekilen Brazil distopik filmlerin en önemlilerinin başında geliyor.
10. Büyük Budapeşte Oteli – The Grand Budapest Hotel (2014)
20. yüzyılın başlarında iki savaş arasındaki dönemde geçen hikayede, Avrupa’nın hayali, Zubrowka şehrinde bulunan Büyük Budapeşte Oteli’nin ihtişamlı dönemine tanık oluyoruz. Gustave H, otelin işleyişini büyük bir profesyonellikle idare eden, müşterilerini dahi en ince ayrıntılarına kadar tanıyan bir konsiyerj görevlisidir. Bir gün otele bellboy ve komi görevlisi olarak Zero Mustafa adında genç bir adam gelir ve kısa zamanda aralarında yakın bir arkadaşlık başlar. İkili birbirlerinin sırdaşı olurken yaşadıkları şehir de büyük bir savaşa doğru sürüklenmektedir. Bu esnada Gustave’ın yaşlı sevgilisi Madame D. esrarengiz bir şekilde hayata veda eder, ikili Madame D.’ye veda etmek için yola çıkar. Bir asilzade olan Madame D.’nin şatosuna vardıklarında miras bölüşümünün yapıldığı toplantıya denk gelirler. Madame D. Gustave’a miras olarak paha biçilmez bir Rönesans tablosu bırakmıştır ve bunun açıklanmasıyla aile içerisinde büyük bir karmaşa çıkar. Bu andan itibaren belalarla dolu bir maceraya atılan Gustave ve Zero, gerçeklerin peşinde koşarken dışarıda da bir çağ değişmektedir.