MOTTO Mimarlık | Tasarla, Planla ve Uygula
Bu hafta MOTTO TPU kurucuları Ersin Özdamar ve Burak Koltukoğlu ile birlikte mimarlık üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Bize biraz kendinizden ve MOTTO TPU Mimarlık ofisinin kuruluş hikâyesinden bahseder misiniz?
E.Ö. : Ben ITU Mimarlık mezunuyum. Burak ITU İç Mimarlık mezunu. Bizim okulun eğitimi sisteminde ilk üç dönem iç mimarlık, mimarlık ve peyzaj mimarlığı aynı proje derslerini alırlar. Bizim Burak ile tanışmamız o atölye derslerinde oldu. Birbirimizin yan masalarında çalışıyorduk ve birbirimize yorumlarla ilk etkileşimlerimiz başlamış oldu. Üçüncü dönem sonunda atölyeler ayrıldı ama biz Burak ile iletişimimizi koparmadık, birlikte yarışma projeleri yapmaya başladık.
B.K. : Yurtdışında da çalışma deneyimi nasıl olur diye merak ettiğim için bütün dersleri tamamladıktan sonra Erasmus için Almanya’ya gittim : ). Biz öğrencilik hayatımız boyunca da aslında çalıştık hep. Burada çalıştığımız süre içerisinde kendimi çok verimli hissetmediğim süreçler olmuştu. Yurtdışında da böyle midir şartlar onu deneyimlemek için gittim aslında.
E.Ö. : Burak’ ın arkadaş çevresi de genel olarak Almanya’daydı. Biz geri gelecek mi gelmeyecek mi acaba diye düşünüyorduk. İlk geldiğinde bir konferansta karşılaştık Burak’la. Burak “sana bir şey soracağım” dedi ve birtakım iş konuşmalarına başladık. Öğrencilikten çok kısa bir zaman sonra ofis açtık ve hiçbir şey bilmiyorduk fatura nasıl kesilir, malzeme ucuz nerden alınır, hepsinin tek tek deneyimleyerek tek başımıza öğrendik. Piyasa şartlarından muzdarip olduğumuz için kendi ofisimizi açma girişiminde bulunduk. Tasarım ağırlıklı bir eğitim sürecinden geliyorduk ve mezun olunca da böyle devam edecek diye düşünüyor insan ama biz bir yandan da çalıştığımız için aslında işin böyle olmayacağını anladık.
B.K. : Başka yerlerde çalışırken işe tamamen hakim olmamızı engelleyen çeşitli perdeler vardı. Kimisinde belediyeyle birebir görüşemeyişiniz, kimisinde işverenle muhatap olamayışınız. Tabi ki her şeyi tek kişinin yapmasından bahsetmiyoruz. Bir ekip işi bu, hepimizin eksik olduğu noktalar var ve birlikte tamamlamaya çalışıyoruz bunları. Fakat sistem çok perdeli ilerlediği zaman bir takım hatalar yapıyorsunuz ama hatanızın nereye vardığını, nelere sebep olduğunu göremiyorsunuz. Bu ihtiyaç neticesinde 2011 senesinde MOTTO TPU ortaya çıktı.
Okul hayatınız devam ederken, bir yandan da çalışmanın size ne tür katkıları oldu?
E.Ö. : Stüdyo derslerini daha bilinçli, piyasa işleyişi açısından ele almamızı sağladı aslında. Mesela hocalarınız ya da jüriyi işveren olarak görüp tasarımımızı anlatmanız ikna kabiliyetinizi geliştiriyor, projenize ciddi maliyetlerle yıl sonunda çıktılar, maketler hazırlıyorsunuz ve bunu maliyet yönetimi olarak ele alıp işin bu boyutunu daha farkındalıkla ele alıyorsunuz. Bizim okul dönemimizde okul içinde CNC Lab’lar yoktu. Karaköy’de CNC Atölyelerine gider maket kesimi için onları ikna etmeye çalışırdık. Bu da aslında uygulamadaki ustayla ilişkilerinize katkıda bulunabiliyor vesaire… Kısaca farkında olmadan aslında iş hayatına dair yaşayacağınız durumları çok daha korunaklı bir kuvez ortamında deneyimliyorsunuz. Biz bir yandan da çalıştığımız için bunun farkındalığını daha yüksek yaşadık.
İç mimarlık eğitimi almadan önce veya sonrasında farklı bir meslek düşünceniz oldu mu?
E.Ö. : Ben lise dönemlerinde endüstri ürünleri tasarımı okumayı çok istiyordum. Üniversite sınavlarından sonra meslekleri daha araştırmaya başlayınca mimarlığa daha yakın hissettim kendimi ve başka bir meslek seçseydim bu kadar başarılı olamazdım herhalde diye düşünüyorum. Çünkü bu mesleği yapmak oldukça özveri ve sevgi istiyor. Biz de gerçekten severek yapıyoruz işimizi.
B.K. : Benim başka bir meslek düşüncem olmadı hiç. Kesinlikle bu konu da katılıyorum Ersin’e severek yapıyoruz ve sevmezseniz katiyen yapılabilecek bir meslek değil.
Ofisinizin ismi ve ofis felsefeniz hakkında ne söylemek istersiniz?
B.K. : Biz yaptığımız işin bir ekip çalışmasının ürünü olduğunu savunduk her zaman. Bu yüzden de kendi isimlerimizle anılan bir yer açmaktansa, gerçekten bir toplulukla var olmayı ve bu topluluğun amaçlarını içinde belirtebilecek bir isim olsun istedik. Bir de gelecekte yurtdışında farklı ülkelerde de iş yapmak planlarımız içindeydi –ki yapıyoruz zaten şuara- Bu yüzden tüm dillerde aynı olabilecek bir sloganın peşine düştük ve Motto böylece ortaya çıktı.
E.Ö. : Adımızda çok bir amacımız olsundu ana çıkış noktamız. Bizim mottomuz; tasarım, proje ve uygulama olsun dedik. Mottosu bu olanların birleştiği bir istasyon olmayı amaçladık. Bizim süreçlerimiz ofiste çok şeffaf ve açık işliyor. Burak ile birlikte kendimize ait bir odamız yok mesela açık ofiste ekip arkadaşlarımızla birlikte çalışıyoruz. Bütün görüşmelerimizi orada gerçekleştiriyoruz. Biz atölye eğitiminden geldiğimiz için çalışma hayatında da o atölye ruhunu devam ettirmeye çalışıyoruz. Patronla her an aynı ortamda çalışma stresi gibi değil, atölyede arkadaşlık ilişkisiyle ofisi yürütmeye çalışıyoruz ve bunun daha kuvvetli, başarılı bir bağ olduğuna inanıyoruz. Amacımız bir etkileşim yaratmak. İki kişi ofiste konuşurken benim onlardan öğreneceklerim var. Benim telefonda işverenle diyaloğumdan diğer arkadaşların öğreneceği şeyler var. Biz bu etkileşimi ne kadar artırırsak, ne kadar açık olursak o kadar geri dönüşün iyi olduğunu düşünüyoruz.
B.K. : Tasarım demek bir sorun çözmek demektir. Bu sorunu da gerçekten benimseyerek hep birlikte çözerseniz çok daha başarılı sonuçlar ortaya çıkıyor. Herkesin farklı artıları ve eksik yönleri var. Açık sözlü olduğunuz zaman, herkes o artı yönüyle var olup daha heyecanlı davranıyorlar. İşin bu kısmını bana bırak, sen burayı hallet diye sorunu çok daha çabuk ve doğru şekilde ele alıp çözümleyebiliyorsunuz. Böylelikle herkes kendi potansiyelinin olabilecek en üst seviyesinde iş çıkartıyor ortaya.
Bir projeyi oluştururken çıkış noktanız ve olmazsa olmazlarınız nelerdir?
E.Ö. : Kullanıcı merkezli olmaya önem veriyoruz. Sırf simge yapı yapacağız ya da görsel açıdan çok zengin bir ürün ortaya koyacağız diye kullanıcıyı ikinci plana atarak bir tasarım yapmayı kesinlikle doğru bulmuyoruz.
B.K. : Bizi heyecanlandıracak bir şey katmaya çalışıyoruz mutlaka. Heyecan duymadığınız bir şeye dört elle sarılıp iyi bir iş çıkartamazsınız ortaya!
E.Ö. : Projenin nerde yapılacağı ve yapılacak olan çevreninde potansiyelini mutlaka önemsiyoruz.
Kaç kişilik bir ekibiniz var? İş bölümünü neye göre ayarlıyorsunuz?
E.Ö. : Beraber çalıştığımız 12 mimar arkadaşımız var, bizimle birlikte ekip 14 kişi oluyor. Bahsettiğimiz gibi oldukça şeffaf ve atölye havasında bir çalışma alanımız var. Kapalı sistemlerde üçgen bir çalışanı alıp karenin içine bir şekilde eğip büküp koymaya çalışabiliyorsunuz. Çünkü siz onu kare diye almışsınız ama aslında o bir üçgen. Fakat açık olduğunuz zaman, sorunların hepsi ortada oluyor ve üçgen gidip kendi mekanını, işini bulabiliyor. Mesela bizim uygulama projesi ağırlıklı çalışacağız herhalde diye işe aldığımız arkadaşlarımızla avan proje çalışıyoruz ya da CV sinden avan proje üzerinden çalışacağımızı anladığımız bir arkadaş kendini uygulama projesinde daha mutlu ve verimli işler çıkartırken buluyor. Böyle bir mekanizma içerisinde herkes herkesin ne yapabileceğini biliyor tanıyor. Fakat işin oluşturulmasına, yürütülmesine ve sunulmasına dair süreçlerde çok kaygan bir zeminimiz var. Daha önce uygulama yapan biri kendini tasarım paftası hazırlarken bulabiliyor. Tekdüze sistemlerinde potansiyeli körelttiğini düşünüyoruz.
Projeyi oluştururken hangi aşamalardan geçiyorsunuz? Süreç nasıl ilerliyor?
B.K. : Öncelikle işvereni çok iyi analiz etmemiz gerekiyor. Taleplerin, hedeflerin ne olduğunu iyi ve tam almamız gerekiyor. Müşteriyle görüşmeler yapıyoruz başta bunları doğru ve tam analiz edebilmek için. Bu görüşmelerde projeyi yönetecek arkadaşımız da bizimle olabiliyor, notlarını alıyor.
E.Ö. : Böylelikle kulaktan kulağa oynamıyoruz ve isteneni daha hızlı ve doğru noktalardan yakalayıp çözüme götürebiliyoruz. Görüşmeler neticesinde ön tasarım sürecimiz başlıyor tasarım ekibimizle birlikte. Eğer bir belediyelerle birlikte yürüttüğümüz bir proje örneği üzerinden gidersek; imar yönetmeliklerinin yanı sıra her belediyenin kendince aldığı kararlar var. Bunları harmanlayıp belediyeden yetkili kişilerle fikir alışverişinde bulunduğumuz bir aşama da dahil oluyor sürece. Bunlara göre revizyonları yapıyoruz, yorum farklılıklarını karşı tarafa izah edip ikna etmeye çalışıyoruz. Bu süreçleri aşarken projemiz de zaten şekillenmeye başlamış oluyor. Benimsediğimiz standart bir sunum tekniğimiz yok. 2 boyutta ya da 3 boyutlu görsel sunumları yapmıyoruz sadece. Burada amacımız kendimizi nasıl ifade edersek karşı tarafa daha iyi anlatırız oluyor. Bazen eskizler, çizimler ve 3 boyutlu görseller yeterli olmuyor, yerinde uygulamaya dair bir şeyler yapıyoruz. Mesela içinde tır dolaştırmamız gereken bir bina projemiz vardı. Bununla alakalı boş arazide bina koridorlarını çizip tırı dolaştırıp videolarını çektik ve müşteriye bakın tır dolaşabiliyor diye yaptığımız sunumumuzda var. 🙂
Türkiye’de ki iç mimarlık/ mimarlık anlayışı ile yurtdışındaki anlayışı incelediğimizde nerede olduğumuzu söyleyebiliriz?
B.K. : Çok ciddi bir şekilde yurtdışından başvuru talebi var. Neden var diye sorguladığımızda Türkiye’nin doğru bir yöne gittiğinin göstergesi bu talepler.
E.Ö. : Gerçekten Türkiye iyi bir yerde durmaya başladı özellikle inşaat konusunda. Hem son dönemdeki hükümet politikalarıyla hem de özel sektörün çabalarıyla çok ciddi ve büyük işleri profesyonel düzeyde yapmaya başladık. Burak’ın dediği gibi bir iş ilanı verdiğimiz zaman, yurtdışından da başvuruların çok olduğunu görüyoruz. Buradaki mimari projelerde çalışmak istiyorlar. Türkiye’nin yadsınamaz bir profesyonelleşme durumu var. Bunu da deneyerek öğrendik, başardık aslında. Son 10 yılda çok ciddi metrekarelerde inşaatların projeleri çizildi, uygulama süreçleri yaşandı, deneyimler alındı, özümsendi ve altyapı oluşturacak şekilde saklandı. Yurtdışına baktığımızda 3.- 4. nesil oturmuş, proje bazında ciddi bir veriye sahip ofisler vardır. Şimdi Türkiye’de ofislerinde çok ciddi bir deneyim birikimleri oluştu ve oluşmaya devam ediyor.
Ofis, kamu alanları, hayvanat bahçesi, ibadethane gibi birçok farklı tipolojide projeye imza atmış bir ofissiniz. Bunların dışında henüz gerçekleştirmediğiniz gönlünüzde yatan özel bir proje var mı?
E.Ö. : Birçok disiplinin bir arada çalışmasını gerektiren oldukça detaylı ve zor olması sebebiyle bir havaalanı projesi yapmayı çok isterdim.
’’İş alabilmek için çevre olmadan olmaz ‘’ algısına katılıyor musunuz?
B.K. : Bizim var olma sürecimiz böyle gelişmediği için belki de ben bu algıya çok katılmıyorum açıkçası.Bizim şuan çalıştığımız kişilerin hiçbiri bizim çevremizde olan insanlar değildi. Biz bu işe girdiğimizde bir çevremiz yoktu. Elbette bir çevre olsaydı başlangıçta bazı noktalarda bu kadar zorlanmayabilirdik, mutlaka bir kolaylık sağlardı yönlendirme açısından ama çevremiz yok diye iş alamamak gibi bir sıkıntı yaşamadık. Dolayısıyla “olmazsa olmaz ” diye bir şey yok. Bu tamamen yaptığınız işlerle alakalı aslında. İşe ne kadar kendinizi verir, iyi bir şey çıkartırsanız proje projeyi getirir zaten.
E.Ö. : Biz yarışma projelerinden başladık aslında. Sonra bunları yaptık diye gösterdik. Bunları yaptığımızı görenler bir takım işler verdiler. O yaptıklarımızı görüp beğenenler başka işler derken biz kurulduğumuzdan beri çevreyle iş yapmanın tam tersine projeyle çevre edinme deneyimini yaşadık hep.
B.K. : Mesela bizim yaptığımız bir ofise biri gelmiş ve çok beğenmiş öyle geldi bir müşterimiz. Benim yaptığım öğrencilik projemi internetten görmüş biri aradı buldu bizi. Hiçbir bağımız yokken Ankara’da çok keyifli bir proje süreci yürüttük kendisiyle.
Bizimle paylaşmak üzere, seçmenizi istesek en farklı projeniz veya projeleriniz nelerdir?
E.Ö. : Gaziantep’te ekolojik bir mahalle projemiz vardı. Orda biz biraz provokatif davrandık. Bize bir konu verildi ama biz ekolojik bir konsept tasarımla gittik onlara. Gaziantep Belediyesi de gerçekten böyle ekolojik yapılanmaları destekleyen bir belediye. Daha doğrusu belediyelerin böyle konulara her zaman niyetleri vardır ama bir yandan da yoktur. Birinin onları biraz daha teşvik etmesi gerekir. Aslında genel olarak işveren için bu durum söz konusudur. Maliyet açısından korkulur, bilinmezleri çok fazla ve görülmemiş olması açısından hep çekince ve soru işareti oluşturur müşterinin kafasında. Bu soru işaretlerini giderip, onları bu konuda daha teşvikli hale getirmek lazım. Biz de orada bu görevi üstlendik. Parametrik bir tasarım vardı bu projede. Dolayısıyla bu süreçte hem ekipteki arkadaşlara bunları öğretmemiz gerekti hem ekolojiyle alakalı ciddi bir öğrenme süreç imiz oldu. Ülkemizde hep bir büyük kent olma hayali vardır. Büyük, en büyük yapıları yaparak gerçekleştireceklerini düşünürler
En büyük stadyumu bulvarı yapmak gibi. Biz bu projeyle aslında bunun çokta böyle olmadığını anlattık orada. Leed oluşumunun komşulukla alakalı mahalle düzeyinde sertifika verdiği bir program var. Onu hedefledik. Süreç içinde bölgede kent planlaması yapan EG Mimarlık ofisiyle birlikte çalıştık. Yağmur sularının toplandığı, güneş enerjisinin kullanıldığı, kanada kuyu sistemi ile havayı binaya iklimlendirmeyi yönlendirerek verdiğimiz, Ground Source Heat Pump sistemiyle yer kaynaklı ısı geri kazanımı sağladığımız, yıllık enerji tüketimi 15 Kv’ye kadar çektiğimiz bir proje çıkardık ortaya.
Sürdürülebilirlikle ilgili ne düşünüyorsunuz? Gerçekleştirdiğiniz bütün projelerde bu konuya ilgi gösteriyor musunuz?
B.K. : Bizim projelerimizin genelinde bu hassasiyet var. Hatta bir ara MOTTO Green ismi düşüncemizde vardı. Bu konuda dışardan destek aldığımız firmalarda var.
E.Ö. : Her projemizde biz istiyoruz, öneriyoruz ama tabi ki işverenin kabul edip etmemesi noktasında takılabiliyor özellikle maliyet açısından. Fakat bir mimarın hatta insan olmanın görevlerinden biri olduğunu düşündüğümüz için karşı tarafa mutlaka bu bilinçlendirmede bulunuyoruz. Aslında bizim için en ekolojik bina Anadolu’da 400 yıl kadar önce yapılmış yapılar ya da İstanbul’da düşünürsek Topkapı Sarayı diyebiliriz en ekolojik yapı. Zamanla küreselleşmeyle, ticaret sisteminin işleyişi ile gelen bir kopuş var. Şimdi yeniden o bilinci kazanmaya ve kazandırmaya çalışıyoruz.