PAB Mimarlık | ” Mimar yalnızca bina değil, kent ile bütünleşen bir hayat ve kentin sayısız yüzünden birini tasarlar”
Biraz kendinizden ve PAB Mimarlık ofisinin kuruluş hikayesinden bahseder misiniz? Nasıl bir araya geldiniz?
P. G. : PAB Mimarlık’ı 2007 yılında Pınar Gökbayrak, Ali Eray ve Burçin Yıldırım olarak üç ortak kurduk. İstanbul Teknik Üniversitesi’nden sınıf arkadaşıyız. Okul yıllarında da ortak projeler üretir, birbirimizin yaptıklarını yakından takip ederdik. Dolayısıyla öğrencilik yıllarından beri birlikte çalışmaya başlamış bu nedenle de hem birlikte üretmeye çok alışmış hem de birbirinin dilini iyi anlayan ve tamamlayan bir birlikteliğimiz olduğunu düşünüyoruz. Mezun olduktan sonra farklı yerlerde çalışmaya başladık. Ama bu süreçte de hep iletişim halindeydik. Kısa bir süre sonra da PAB Mimarlık adı altında bir araya gelip kendi mimarlık üretimimizi yapmaya başladık. Üç ortaklı bir ofis olmamızın avantajının çok çeşitli ölçek ve tipolojilerde projeler üretebilmemiz olduğunu düşünüyorum. Kentsel tasarım ve planlama ölçeğinden yapı ölçeğine, mobilya tasarımından yapı malzemesine kadar farklı ölçek ve tipolojilerde üretim yapma deneyimine sahip olduk. Mimari projelerimizin yanı sıra, uzun soluklu araştırma projelerimizin ve akademik dünya ile ilişkilerimizin de tüm üretimlerimizi destekleyecek ve geliştirecek şekilde ilerlediğini söyleyebiliriz.
Mimarlık mesleği dışında farklı bir meslek düşünceniz oldu mu hiç?
P. G. : Hayır çok küçük yaşlardan itibaren mekan kurgulamak beni hep heyecanlandırmıştı ve hep mimar olmak istemiştim. Neyse ki, mimarlık mesleğiyle tanıştığımda hayal kırıklığı yaşamadım. Bir yandan da yazmak benim için çok keyifli bir uğraştı. Mimarlık pratiğine paralel olarak bir mimarlık dergisinin editörlüğünü üstlenmiş olmam, zaman zaman da hala çeşitli yayınlar için metin üretiyor olmak her açıdan beni besliyor, mutlu ediyor diyebilirim.
Ofisinizin ismi ve ofis felsefeniz hakkında neler söylemek istersiniz? Sizin için mimarlık ne ifade ediyor?
A. E. : PAB’ın fonksiyonelliğe önem veren, yalın bir dili olduğunu söyleyebiliriz. Projenin bulunduğu yerden beslenebilmesi ve yer ile örtüşebilmesi bizim için çok önemli. Tasarım süreci boyunca mekanı kullanacak aktörler ile içeriği, projeyi tartışmak ve geliştirmek, iletişim halinde olmak benimsediğimiz bir yöntem. Bunun sonucunda kullanıcının beklentilerini karşılayan, kendini o mekana ait hissettiği üretimler ortaya çıkartabildiğimizi söyleyebilirim. Mimarlık bizim için projenin kullanıcılarıyla birlikte masanın aynı tarafında bulunup, doğru sorulara doğru cevapları verip, koşulları analiz ederek optimum sonucu ortaya çıkarmak ve bunu çıkarırken de bir sözü olan ya da sözünden ödün vermeyen bir tavır sergileyebilmektir.
Ekip yapınızdan bahseder misiniz? İş bölümünü neye göre yapıyorsunuz?
P. G. : İş bölümü yaparken duruma ve projenin ölçeğine göre alternatifli sistemler oluşturduğumuzu söyleyebiliriz. Büyük ölçekli projelerde daha tanımlı görev dağılımlarına gitmemiz gerekiyor. Sorumluluk alanları ayrışıyor. Çünkü böyle bir çalışma düzeni işin yürütülmesi açısından daha faydalı oluyor. Ancak daha küçük ölçekli işlerde biraz daha esnek çalışabiliyoruz. Birbirimizden haberdar olup birbirimizin alanlarına biraz daha müdahale edebiliyoruz. Bu biraz da projenin kimliği ile alakalı. Tabii ki yarışma projeleri bunlardan ayrı tutmamız gerek. Yarışmalar için çalıştığımızda olabildiğince hepimizin katkı koyduğu, üzerine fikir ürettiği bir ortam oluşturuyoruz.
Birlikte çalışan ortaklar olarak, projelere ilk andan itibaren yaklaşımınızı ve tasarım sürecinizi anlatır mısınız?
B. Y. : Projelerin birer ana yürütücüsü oluyor ancak özellikle fikir geliştirme aşamasında çoğul fikir üretimine önem veriyoruz. Ardından herkesin kendi ilgi ve deneyimine göre farklılaştığı alanlar olabiliyor, orada da projenin güçlü yanlarını törpülemeden ama karşılıklı tartışarak ve uzlaşarak projeyi birlikte ilerletmeyi tercih ediyoruz. Proje irdeleme ve sorgulamayı çok sevdiğimiz için hepimizin tartıştığı bir ortamda, belirli aralıklarda projeler masaya yatırılıyor ve inceleniyor.
Projelerinizi şekillendirirken temel aldığınız unsurlar nelerdir?
A. E. : Projenin bağlamıyla kurduğu ilişki bizim için çok önemli. Tasarıma geçmeden önce doğru soruları sormak bizim için en temel mesele çünkü doğru soruları sorduğunuz, problemi doğru tanımladığınızda zaten doğru tasarıma giden yola çoktan girdiniz anlamına geliyor.
Sizce “İş alabilmek için çevre olmadan olmaz ” algısı hangi ölçüde geçerlidir?
B. Y. : Elbette görece olarak geçerliliği olan bir algı, ancak bunun temelinde insan ilişkilerinin yattığını ve aslında her sektörde yaptığınız işin yanı sıra, doğru ve iyi kurulan insan ilişkilerinin size başarıyı getirdiğini söyleyebiliriz. Öte yandan, ne yazık ki günümüzde bir pazarlama dünyasında yaşamaya başladık, her anlamda. Dolayısıyla burada önemli olan tüm o öne çıkan siluetler arasında veya arkasında nitelikli olanı bulabilmek ve nitelikli işi yapabilmek.
Genç Mimar ödülü almış mimarlar olarak genç mimar ve mimar adaylarına neler söylemek istersiniz?
P. G. : Mimar adayları zaten global dünya ile çok daha iç içe, iletişim dünyasının içine doğmuş durumdalar. Dolayısıyla kendilerini çok yönlü geliştirmeleri gerektiğinin önceki nesillerden çok daha farkında olduklarını düşünüyorum. Öte yandan, ne yazık ki son dönemde mimarlık sadece imaj üretme odaklı bir eylem gibi algılanmaya başlandı; yeni nesil mimar ve mimar adaylarının da bu bakış açısından etkilendiklerini hissediyorum. Bu anlamda, sadece estetik fotoğraflar veren mekanlar üretmek yerine, içinde nitelikli yaşam kurguları oluşturabilen, birden fazla duyuya hitap eden ve kullanıcısı ile bütünleşen mekanların peşinde olmalarını, bu anlamda da tecrübeye değer vermelerini hatırlatabilirim.
Ulusal ve uluslararası birçok başarılı projeye imza attınız. Bu projeler arasında sizi en çok heyecanlandıran, etkileyen proje ya da projeleriniz nelerdir? Bunların sizi heyecanlandıran kısmından ve tasarım sürecinden bahseder misiniz biraz?
A. E. : Bir tasarımı hayata geçirmek her zaman heyecan verici o nedenle uygulamaya dönük çalışabildiğimiz projeler bizi ve ofisin yapısını herhalde en çok etkileyen projelerdendir. Örneğin, Doğuş Grubu için çalıştığımız Ayhan Şahenk Tarım Bilimleri ve Teknolojileri Fakültesi, hem içinde barındırdığı ar-ge alanları, hem pratik ve teorik eğitimin içi içe geçtiği konusu itibariyle cezp ediciydi. Bunun da ötesinde hem işverenle projeyi hep bir adım daha öteye götürmek üzere kurabildiğimiz diyalog ve iyi ilişkimiz, hem ortaya çıkan sonuç açısından bizi çok mutlu eden, sürecinde bize çok şey öğreten bir projeydi. Nitekim Ulusal Mimarlık Ödülleri’nde de projemiz finalist oldu. Yakın zamanda Gökçeada Lise Kampüsü projesi de ulusal mimarlık yarışmasında 1.lik alarak uygulamaya dönük çalıştığımız bizim için kıymetli bir iş. Şu anda ihale aşamasında ve yarışmayla elde edilen bir projemizin uygulanacak olması bizi çok heyecanlandırıyor.
P. G. : Eğitim yapıları genel olarak bizi çok heyecanlandıran bir konu. Eğitim mekanlarının eğitim modeli üzerindeki etkisinin ne çoğu mimar ne de eğitimci yeterince farkında aslına bakarsanız. Biz bu konuda bir farkındalık da uyandırmaya gayret ediyoruz. ogrenimmekanlari.com bu amaçla hazırladığımız, katkıya açık bir kaynak.
Son dönemde Senegal’de projelendirdiğimiz pazaryeri projesi de yine bizim için çok heyecan vericiydi. Farklı bir coğrafyada, farklı ihtiyaçlar, öncelikler, kısıtlamalarla üretim yapmak üstelik kamu faydası sağlayacak ve tüm ülke geneline yayılacak bir kamusal alan üretmek hem çok keyifli hem de çok farklı bir deneyimdi bizim için. Senegal Cumhurbaşkanı’na bizzat sunum yapıp projeyi onaylattığımız, hükümet yetkilileri ile yakın çalıştığımız bu proje bizim için öğretici bir deneyim de oldu.
“Kent” kavramı sizin için ne ifade ediyor? Kent dokusunun oluşturulması ve korunması açısından Türkiye’deki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
B. Y. : Son yıllarda ülkemizde ciddi bir inşaat patlaması yaşanıyor. Fakat sayıdaki artışın yanında nitelikteki artış ne yazık ki o kadar da tatmin edici değil. Geçtiğimiz yıllarda İspanya’da da ciddi bir inşaat patlaması yaşandı ve üretilen mimari yapılar “Çağdaş İspanyol Mimarlığı” olarak dünya literatürüne geçti, sayısız kitap basıldı. Açık konuşmak gerekirse bizde dünya literatürüne geçebilecek bina sayısı çok da fazla değil. Ancak yine de son yıllarda gayrimenkul sektörünün artan bir oranda başarılı mimarlarla çalışmayı istediğini, iyi tasarımlar talep ettiğini görüyoruz. Bunun yanı sıra, çoğu belediyenin yapmayı planladığı binaları ihale yerine yarışmayla yapmayı tercih etmesi de sevindirici.
“Yaşanabilir kent” oluşumunda mimarlara düşen payda ve görevler nelerdir?
P. G. : Mimar yalnızca bir bina tasarlamaz; aslında kent ile bütünleşen bir hayat ve kentin sayısız yüzlerinden birini tasarlar. Mimar sadece o yapıyı kullanıcıları için de tasarlamaz; sokakta o yapının önünden geçen her kentli için tasarlanmıştır yapı. Kimi zaman gündelik hayatta bir röper görevi görmek, kimi zaman kamusal alanın bir uzantısı olarak, kimi zaman da sokaktan geçen kentlinin dünya görüşünü zenginleştirmek üzere işlevlenir bir yapı. Sosyal hayatlardaki dönüşümler kente yapılı çevre ile yansır. Kent kültürü yapılı çevre ile/yapılı çevre içinde oluşur. Yapılı çevreyi tasarlamak aynı zamanda yapılar arasındaki negatifleri, kentsel boşlukları, kentlinin günlük hayatını da tasarlamaktır. Bir kenti yaşanabilir kılan tek unsur mimar ya da tasarımcı olmasa da, baş aktörlerden olduğu şüphesiz. Daha üst ölçekte ise iklim değişikliğine, sürdürülebilir enerji kaynaklarının kullanımına, doğaya dönme ihtiyacına, kentte tarım talebine ve öte yandan yoğunlaşan kent dokularına yönelik çözümler ancak tasarım ve planlama bilgisi ile entegre çalışarak bulunabilir.
Çok farklı tipolojide projelere imza atıyorsunuz; turizm, eğitim yapılarından kent ölçeğindeki tasarımlara kadar. Her birinde de imzanız başarı ve ödüller getiriyor. Bunu neye bağlıyorsunuz? Ortak nokta nedir?
B. Y. : Son aldığımız ödül 40 yaş altı mimarlara verilen Arkitera Genç Mimar ödülü bu aralar bizi en çok heyecanlandıran ödül. Belki soruyu bu ödül üzerinden cevaplayabiliriz. Jüri bu ödülü bize layık görürken mimarlığın farklı alanlarındaki üretimlerimizi, yaptığımız araştırmalar ve akademik çalışmalarla desteklememizi ve özellikle de eğitim yapılarıyla ilgili üretimlerimizin toplumsal katkı sağlama çabasını değerli bulduğunu belirtmiş ve dengeli, istikrarlı ve yükselen bir grafikle ilerlememize dikkat çekmiş. Sanırım tasarımlarımızdaki ortak nokta her birinin uzun ve değerli araştırma süreçleriyle yaratılması ve her yeni projenin bir öncekinin çıtasını aşma çabası olduğunu söyleyebiliriz.
P. G. : Öte yandan aldığımız ödüllerin üzerimizdeki motive edici etkisinin yanı sıra getirdiği sorumluluklar da var. İster istemez kariyerinizde bir önceki deneyimlerinizi aşmak için daha çok çalışıyorsunuz, daha çok titizleniyorsunuz, eski deneyimlerinizden öğrendiklerinizi ekleyerek ilerliyorsunuz. Ama bir yandan da genç yaşta elde ettiğiniz başarılar size güç ve cesaret veriyor, daha iyisini yapmamak için bir neden yok ki diye düşünüyorsunuz.
Geçmişten günümüze eğitim yapılarında tasarım anlayışı olarak neler değişmiştir ya da değişmelidir?
P. G. : Eğitim mekanları üzerinde çok çalıştığımız bir tipoloji. Açık alan kullanımından mobilya seçimine değin her ölçekte verilen kararın çocukların eğitiminde katkısı olduğunun farkında olmak gerekli. Öğrenci odaklı mekanlar tasarlamak, öğrencide merak uyandıracak, onu katılımcılığa teşvik edecek mekan kurgularını öncelikli hedef olarak ele alıyoruz. Fiziksel konfor koşullarından ergonomiye, gerekli konsantrasyon süresinin sağlanmasından, öğrencide aidiyet duygusu oluşturmaya değin okul yapılarında pek çok temel ihtiyaç, içinde bulunulan mekanın kalitesine göre sağlanıyor ya da yeterince karşılanamıyor. Ancak bunların ötesinde, dönüşen eğitim modelleri artık öğretmen değil öğrenci odaklı ve öğrenciyi merkeze alan, teknolojik altyapısı güçlü mekanlarda daha esnek bir araya gelme biçimleri ile sürekli dönüşen mekanlar talep ediyor. Dolayısıyla sınıf deyince aklımıza ilk gelen, tahtaya doğru birbirinin sırtına bakarak sıralanmış öğrenci düzeni artık geçerliliğini yitiriyor. Sınıf, daha esnek ve çeşitlenebilir düzenlerde kullanılan, öğrenciyi aktif olarak üreterek öğrenmeye teşvik eden bir düzene ve buna uygun altyapıyı sağlayacak bir fiziksel mekana dönüşüyor. İnternetin, günlük hayatın ve eğitimin vazgeçilmez bir parçası haline gelmesiyle, günümüz eğitim yapıları için her gün gelişen teknolojiye ayak uydurabilecek bir altyapı planlaması da zorunlu oluyor. Bir diğer konu da, artık eğitimin sınıfın dışına taştığı gerçeği. Açık alanlar ve kapalı ortak alanların birbirinden görerek öğrenme, merak duyma, sosyalleşme, karşılaşma ve çeşitli etkinliklerle üretme anlamında daha çok üzerinde düşünülmesi gereken mekanlar olduğunu bu nedenle bir koridorun bile artık sadece sınıfların açıldığı bir geçiş alanı değil başlı başına sosyal bir mekan olarak görülmesi gerektiğini savunuyoruz.
Hem Türkiye’de hem yurtdışında projeler yapan bir ofis olarak Türkiye ile yurtdışı arasında mimari ve mimari yaklaşım açısından ne gibi benzerlikler ve farklılıklar gözlemliyorsunuz?
A. E. : Yurtdışında Azerbeycan’da ve Senegal’de proje yapma imkanı bulduk. Her iki ülke için de Türkiye rol modeli olarak alınan ülkelerden; Türkiye’nin Avrupa ile iç içe geçen modern bakış açısını önemsiyor ve bu nedenle bizden çağdaş yapılar talep ediyorlar; ki bu çok mutlu edici. Senegal’de proje sürecine de önem verdiklerini gördük. Uzun vadeli planlamaya, projelerin kentin ya da bölgenin master plan’ı ile birlikte bütüncül ele alınmasına tanık olduk ki, bu Türkiye’ye nazaran epey farklı bir tablo. Ne yazık ki ülke olarak Türkiye nokta atışları yapıp kısa vadeli öngörülerle hareket eden bir kültüre sahip, mimarlar ve tasarımcılar olarak en çok bu konudan rahatsızız. Uzun vadeli öngörüler ve projeksiyonlar ile üretim yapabilmeyi umuyoruz.